Konu:Ytüdak Kaya tirmanis egitmeni Burak Özdogan´la röportaj yaptik
Yazan:Alican Serbest
Tarih: 9/25/2002
Burak Özdoğan´la yaklaşık üç hafta görüşmeye çalıştıktan ve çeşitli aksilikleri aştıktan sonra Adrenalin´in ofisinde 1 Aralık 2000 Cuma günü bir röportaj koparabildik. Tanımayan var mı acaba bilmiyorum fakat kısaca tanıtmak gerekirse Yıldız Teknik Üniversitesi´nde Matematik Mühendisliği bölümünde okumakta, YTUDAK´ta da Kaya Tırmanışı konusunda eğitmenlik yapmaktadır. Sitemizdeki ilk röportajımızda ikimiz de bir parça gergindik ama ilk sorudan sonra Burak´ın müthiş espri yeteneği sayesinde rahatlamış, eğlenceli bir sohbete girmiştik.İyi okumalar.
Foto: tirmanis.org– Dağcılığa nasıl başladın?
Aslında direkt dağcılık olarak başlamadım ben. Benim dağcılığa başlamam genellikle kulüpte gördüğümüz o profilden biraz farklı, daha uzun vadede oldu. Genellikle insanlar okula giriyorlar, kulübün varlığını hissediyorlar, kayıt oluyorlar ve bir de bakıyorlar dağcılığın içindeler. Ben 94-95 senelerinde kampçılığa merak saldım onun da sebebi arkeolojiyle ilgilenmemdi. O aralar Likya kültürü üzerine bir araştırma yapıyordum, çocukluk arkadaşım Serdar´la birlikte. Fakat bunu gerçekleştirmek için o zamanlar maddi imkanımız yoktu ve biz de bunu ucuza getirmenin yolunu kamp yapmakta bulduk. Polis´ten polise kamplar yaparak, bunu trekkingle de birleştirerek projeyi ucuza getirmeyi düşünüyorduk.
Bu amaçla kampçılık konusunu araştırmaya başladım ve Haldun Aydıngün´ün kitaplarını aldım. O´nun “Doğada Yaşam ve Gezi Notları” adlı kitabından kampçılıkla ilgili şeyleri kendi çapımda öğrenmeye başladım ki burada şunu da ilave etmek isterim Haldun Aydıngün´ün kitaplarında anlatılanlar nispeten önceki jenerasyona ait şeyler. Sırt çantalarında o eski metal çubuklu çantalardan ya da üçgen çadırlardan bahsediliyor. Onları baz alıp bir gün Lino´ya gittim, alışık olduğumuz tarzda pazarlıklı alışveriş yapmaya çalıştık Gürol ile; yemedi. Sonra üçgen çadırımızı aldık ardından kendi çapımızda kampçılığı öğrenmeye başladık. Kafamda kesinlikle dağcılık yoktu.
Bu sırada Ballıkayalar ismini de ilk kez Haldun Aydıngün´ün kitabından duymuştum. Orada Ballıkayalar için dağcıların gelip kaya tırmanışı antremanları yaptıkları bir yer olarak bahsediliyordu. Bir gün okulu kırıp günü birlik oraya gittik. Vadiye girdik, şimdi dalga geçtiğimiz magandalar gibi yüzdüğümü hatırlıyorum. Daha sonra yukarı tırmandık ve Davul rotasının altında bir yerlere gelip yukarılara bakarken boltu farkettim. Orada olmayı hayal ettiğimi hatırlıyorum, orada olmak, yerden bilmemkaç metre yükseklikte tırmanmak kesinlikle bana çok uzak, çok korkunç gibi geldi. Bu arada biz de kitaptan üç nokta kuralını öğrenmiştik ve vadinin içinde ilerlerken o kurala göre ilerliyorduk, baktık hoş işler bu işler ama o boltun yanında olmak gene de imkansız geliyordu -ki o dönem benim yükseklik korkum da vardı.
O gece yatağıma yattığımda bir şey hissettim, bir şey dürtüklemeye başladı. Sürekli kendimi orada, o boltun yanında hayal edip, ipin ucunda olduğumu düşünüyordum. Arzu ile korku aynı anda vardı; bu çok acaip bir şey. Benim için çok özel bir gecedir o. Sabah uyandığımda ben bu işi yapacağım diyordum. Araştırmaya başladık. DSM´nin bu konuda bir kursu olduğundan haberdardım. Bu arada okuldaki kulüpten uzaktım, okul ortamından uzaktım daha doğrusu. Çok aktif bir adam değildim, uzak dururdum insanlardan.
Bir gün Ballıkayalar´da kamp yaparken ilk kez gerçek bir kaya tırmanışçısıyla karşılaştık, Batur Kürüz ile. Bir baktık tırmanıyorlar, Baca rotasından iniş yaptılar. Batur gelip bir kayanın üzerine oturdu, sigarasını yaktı. Ben hemen peygamber görmüşçesine atılıp meraklıca sorular sormaya başladım. “Bunun için çok fazla malzemeye, inanılmaz paralar dökmenize gerek yok, bir kaya tırmanış ayakkabısı alın, kısa kaya yaparak başlayın” dedi. Biz de “A, ne kadar kolaymış” dedik. “Kaya tırmanış ayakkabısı alacağız ve kısa kaya yapacağız.” O heyecanla hadi hemen başlayalım dedik, ayağımızda da lastik ayakkabılar vardı.
Kısa kaya yapacağız ama kısa kayanın ne olduğunu bilmiyorduk ki. Bizim için kaya tırmanışı 1000 metrelik, 1500 metrelik bir olay olduğu için 100 metre gibi bir uzunluk “kısa” kalıyordu. Sandık ki kısa kaya böyle yerleri ipsiz tırmanmak (Gülüşmeler). Yapabileceğimiz bir yer aradık, mağaranın yanında slab bir yer bulup üç kişi free solo tırmanmaya başladık. Macera yaşıyoruz, heyecanlıyız, arkadaşın ayağı kayıyor elinden tutuyoruz falan. Hoşumuza gitti. Sonraları biz o slab´e dadandık. Her gelişimizde oraya çıkıyorduk. Aradan bir zaman geçti, yine oraya tırmanacaktık. Peşimize taktığımız herkese üç nokta kuralına uydukları sürece başlarına bir şey gelmeyeceğini söylüyorduk. Üç nokta kuralı bizim için hayati önemi olan bir şeydi ama biz kısa kaya yapıyorduk. Yani çok tehlikeli değildi. Tırmanmaya başladık, bir arkadaşım yukarıdan gidiyordu. Taş düşürdü. “Dikkat edin!” diye bağırdığını hatırlıyorum. Kalakaldım. Çok korktuğum bir andı. Taşlar bana isabet etti. Sağ el bileğimi parçaladı. Orada yaptığımız işte bir terslik olduğunu farkettim, çünkü ölebilirdik. Sonra şans eseri aynı gün YTUDAK´dan Ulaş´la tanıştık.
Vadinin karşı tarafında Gidiyorum rotasını çıkıyordu. O zamanlar “Adrenalin” yoktu ,Ulaş´ın daha aktif olduğu dönemlerdi. Balkonda atlıyordu, tek eliyle tutunup toz alıyordu falan. İndi, yanına gittik. Bize kaya tırmanışıyla ilgili birkaç şey anlattı. “Gel kulübe kayıt ol” dedi. 96´da kulübe kayıt oldum. Bu sırada kaya tırmanış arzusu o kadar yükselmişti ki Likya projesiymiş, arkeolojiymiş, hepsi uçtu gitti. Derslere giriyordum ama asıl arzum kaya tırmanışı olduğu için sabırla kaya derslerinin başlamasını bekliyordum. O sırada kış dağcılığını da biraz öğrenmiş oldum, hoşuma da gitmişti ama hepsini yapabilmek ayrı bir zaman ve bütçe istediği için ben kaya tırmanışını seçtim. Gerisi de geldi zaten. O konuya merak saldım,düzenli antremanlar yapmaya başladım. Ertesi sene de duvar, eğitmenlik falan geldi.
– Neden kaya tırmanışı üzerine yoğunlaştığını biraz daha açabilir misin?
Sanırım bu biraz da çocukluktan gelen bir şey. Bir çok çocuk tırmanmayı sever ben de onlardan biriydim. Annemin anlattıklarına göre oldukça yaramaz ve hiperaktif biriymişim. Ama sonuçta şöyle bir şey var, çocukken vücudun gerçekten tırmanmayı istiyor. Bunu oyunların içinde farketmeden yapıyorsun, mesela saklambaç oynarken herkes aşağılara saklanıyor sen gidip yukarıdaki bir yere saklanmak istiyorsun. Macera belki kendi çapında. O konuda da istekliymişim sanırım. Her mahallede bir perili ev yaratırdık önce. Sonra ona inanırdık. Sonra ondan korkardık. Sonra içine girmeye çalışırdık. Bir gün içine girersin, bir başka gün bir üst kata çıkarsın, sonra daha yukarı çıkarsın, o bir heyecan. Ama sonra büyüyorsun. Benim için de böyle yaşandı sanırım. Ergenlik çağı, şekil değişimi, sakal, biraz da kıllı olduğum için herhalde toplumun gözünde “Ya bu adam tırmanmaz, takla falan atmaması lazım” diye görülüyorsun. (Gülüşmeler) Bu şekilde biraz bastırılıyor istekler. O yaşta tabii gidip de ağaca tırmanman saçma oluyor. Yine de içinde öyle bir istek kalıyor. Haldun´un kitapları, doğaya tekrar dönüş falan sanırım içimdeki o isteği kamçıladı.
Tabii net bir şekilde şu an yanıtlayamıyorum ama tırmanırken ne hissediyorsun diye sorarsan; 94 senesi benim için kötü bir seneydi. Okula yeni başladığım sene kendimi gerçekten yalnız hissetmiştim. Bir de bilgisayara çok meraklıydım belki onun da etkisi vardı. Evden çıkmazdım. Onun da getirdiği etkiyle çok fazla arkadaş sahibi olamıyordum, ilk adımları atamıyordum. Kendi dünyam vardı. Fakat bu bir süre sonra bunalıma dönmeye başladı, hiçbir şeyden aynı tadı alamıyorsun, dinlediğin müzik bile aynı tadı vermiyor. Kaya beni sanki yeniden doğurdu. O ufacık tutamakların üzerinde yükseldiğimi görmek benim için çok güzel bir duyguydu. Tek bir hamle için aylarını vermen, onun için özel antremanlar yapman, sonra o hamleyi yaptığını görmen çok güzel bir şey. Bunları yaparken bir bakıyorsun birileri seni farketmeye başlıyor, insanlar sana saygı duyuyor. Daha sonra bir bakıyorsun eğitmen olmuşsun, insanlara birşeyler veriyorsun. Artık var olmanın bir anlamı da oluyor. Mesela birisine birşeyler anlatıyorsun, o bir rota çıkıyor ve seni arayıp “Burak yaptım” diyor, bu inanılmaz bir duygu. Yani kayayı özellikle seçmedim ama şu anda iyi ki böyle bir şeyin içindeyim diye düşünüyorum.
– Yapay antreman duvarlarında gerçek kayadaki tadı yakalayabiliyor musun?
Aslında ikisi çok farklı. Antreman olarak değil de zevk olarak. Yapayın verdiği zevk nedir, kendi başına bir rota yaratıyorsun. Tutamakları eliyorsun ve orada sonuçta doğanın değil de senin yarattığın bir problem meydana geliyor, onu çözmeye çalışıyorsun. Ayrıca ortam farklı. Mesela Atölye´yi düşünürsek, kışın dışarıda yağmur yağarken sen orada müziğini açıp yapay duvarda çalışıyorsan bu tabii bir zevk ama bir süre sonra monoton olabiliyor. Antreman açısından ele alırsan da, çok fazla yapay duvarda tırmanırsan outdoor´da performansın düşüyor. Bizim için de önemli olan eğer salon sporcusu ya da yarışma tırmanışçısı olmak değilse, outdoor bizim için temelde olan şey ise, yapayın arkasına atılmaması gerekli. En basit örneğiyle yapay duvara baktığında tüm tutamakları görüyorsun. Ama outdoor´da kayayı okumak çok daha farklı birşey. Gizli cepler var, aşağıdan bakıp oradaki tutamağı kestiremiyorsun. Mesela çok iyi bildiğin rotada bile bir gün bir bakıyorsun orada bir tutamak varmış, sen onun tutamak olduğunu bile kestirememişsin. Onu farkedip bambaşka bir hamle yapıyorsun. Bir de doğanın içinde tırmanmak da var. Bazen bangır bangır gazlayıcı bir müzik açıp tırmanmak yerine o müziğin olmadığı bir yerde, çok klişe olacak belki ama doğanın melodisi içinde tırmanmak da çok keyifli. Ben açıkçası gidebildiğim sürece doğayı tercih ederim.
– Türkiye´de genellikle antremanlar top-rope üzerine yoğunlaşmışken sen hep boulder ile antreman yapıyorsun.
Boulder´ı gerçekten çok seviyorum. Bizim zamanımızda kulüpte insanlar özellikle kısa kaya antremanı yapmaya motive edilirdi. Ben de eğitmenlerime yeterince saygı duyuyordum ve pek çok şeyi doğru bildiklerine fazlasıyla inanıyordum. Kaya eğitimimi Caner´den almıştım. O top-rope tırmanmanın adrenalini bol, güzel, zevkli birşey olduğunu ama pek çok şeyin kısa kayada kazanıldığını söylüyordu ve bir çok noktada da haklı olduğunu düşünüyorum. Yıldız´ın arkadaki örme duvarında ben sürekli kısa kaya yapıyordum. Benim dönemimde kayaya çok fazla ilgi yoktu şimdi daha fazla ilgi olduğunu görüyorum. Orada tek başıma yaptığım antremanlar beni boulder´a biraz ısındırdı bir de bunun bana verdiği gelişimi görmek de boulderı daha da çok sevmeme neden oldu. Boulder´da bir kere kendinlesin. Bu da sen bir takım hamleleri çalışırken aşağıda seni bekleyen, kök salan bir emniyetçinin olmadığı anlamına geliyor. Sıra bekleyen, eleştiren insanlar yok. Ayrıca kendini daha iyi dinleyebildiğine inanıyorum ki bunu da pek çok tırmanışımda kaçırdığıma inanıyorum. Boulder´ın güzel yanlarından birisi de limitlerine yakın hamleleri emniyetçiyi sıkmak, düşme korkusu duymak gibi olumsuz etkilerden yoksun olarak defalarca denersin ve defalarca düşersin. Eğer amacın sadece YAPABİLMEKSE o düşüşler sadece düşüştür ama yeni şeyler öğrenmekse amacın, o düşüşlerini irdeleme fırsatı buluyorsun. Her düşüşünde neden düştüğünü düşünüyorsun. Bakıyorsun, elini biraz daha yana atıyorsun mesela. Bir hamleyi denerken yüz kere düşüp yüzbirincide yapabiliyorsan ve tek amacın yapabilmekse sadece bir tek şey öğreniyorsun, aksi halde yüzbir farklı şey öğreniyorsun. Ayrıca boulder´ın bir çok avantajı var. İp açmıyorsun, sadece ayakkabını giyip, toz torbanı bağlayıp bir anda kayada oluyorsun. Fakat bu boulder sevgim tabii ki başka tırmanış şekillerini daha geriye atıyorum anlamına gelmiyor.
– Tırmanışlarında en korktuğum an diyebileceğin bir an var mı?
Muhakkak vardır. Mesela ilk ip inişimde çok korkmuştum,zorla indirmişlerdi ama tırmanış olarak bakarsan ilk aklıma gelen Doğu Duvarı. En çok korktuğum o olduğu için mi bilemiyorum. Doğu Duvarı´nda Yankı´yla geri dönmek zorunda kalmıştık. Ben ara istasyonları alarak önden inecektim, Yankı da arkamdan gelecekti. Hava patlamıştı, bivak atmıştık. Ben dönmek istemiyordum. İnsanların kafasında efsanevi bir duvar olarak anılan bir yerdi ve bana çok kolay gidiyor gibi gelmişti, düzenli antremanlardan kaynaklanıyordu herhalde. Kendimi oldukça iyi hissediyordum. Duvarı yapıp geri döndüğüm zaman yaşayacağım psikolojiyi düşünüyordum. İnsanlar “Burak Doğu Duvarı´nı yapmış” diyecekti. Aslında çok saçma bu ama o an güzel geliyor, verdiği ayrı bir haz var. Tabii bu hazzın belli bir seviyenin üzerinde olması da sakat bir durum.
Elli metre ip inişi yapmış, ipin sonuna kadar inmiştim önden, yere daha 100 metre kadar vardı. Gözlük camlarım su ve buhar olmuştu göremiyorum hiçbir şey. Kaya yapısı hem masif hem de çürüktü. Mesela çok sağlam görünen bir plakayla kaya arasındaki çatlağa sikke çaktım, çektiğimde plaka aşağı düştü. O çok korktuğum anlardandı. Sikke çakacak, takoz takacak yer bulamıyordum, sonra ayaklarımın biraz aşağısında sağlam olduğunu sandığım bir çatlak fark ettim. Sikke çakabilmek için ipte başaşağı döndüm, zar zor istasyon aldım. İniş aletim ipe sıkışmıştı. İpten çıkamıyor, altımda kalan istasyona yatamıyordum. ipi kesip o istasyona düştüm. O çok korktuğum bir andı.
Tüm bunları yaparken ipten ağırlığımı almak için kullandığım bir endless’a bacağım sıkıştı ve bu beni doğu duvarında baş aşağı bir şekilde asılı bıraktı. Epey bir debelendim kurtulabilmek için. Sonunda endlessı kesip bacağımı kurtarmam gerekti. Bazı şeyler gerçekten de şansa bağlı oluyor. Yankı ben inmeden önce bana çakısını vermişti. İpte baş aşağı sıkıştığım sırada debelenirken taa aşağıdaki bir sette açık unuttuğum cebimdeki pek çok şeyin durduğunu gördüm, düşmüşler. Çakı da diye oldukça korkmuştum.
Bir de B.Demirkazık Kuzey duvarında ara emniyet alamadan bir ip boyu gitmek zorunda kalmıştım.. Şu an net olarak bilemiyorum rotayı mı şaşırdık nasıl yaptık ama bir hat ıslak olduğu için ben kuru bir hata kaçtım orası da çok çürüktü ve hiç alet takamadan ipin ortalarını geçmiştim. Sürekli kendini kontrol etmeye, titrememeye çalışıyorsun. Tuttuğun her yer çürük olduğu için kontrol ediyorsun. Orada bir hamle yaparken tuttuğum bir kaya elimde kaldı. Geriye doğru gitmeye başladım. O an çok kötüydü. Nasıl yaptığımı hatırlamıyorum kendimi kurtardım orada ama Özgür´ün “Aman oğlum!” dediğini hatırlıyorum. Eğer düşseydim son sözüm “Hassktir” olacaktı (Gülüşmeler). Bir anda sorguluyorsun her şeyi “Niye buradayım, bundan sonra bırakırım bu işi” gibi. Ama yine giderim herhalde.
– Peki en zevk aldığın tırmanışın hangisiydi?
Şimdiye kadar gittiğim duvarlar içinde öyle bir ayrım yapamam hepsi çok zevkliydi, zirve yapmışsın yapmamışsın önemli değil. Zirveye çıkmak tabii ayrı bir zevk ama ben yazmayı sevdiğim için tırmanış sırasında sürekli cümleler düşünürüm, onu yazdığımı hayal ederim. O yüzden tırmanışın epik olması hoşuma gidiyor. Mesela Doğu Duvarı´nda hava patlamadan birkaç dakika önce ben bir traversteydim. Havanın kötüye gittiğini gördüm, Yankı´ya “Oğlum çok iyi, acaip epik olacak!” dediğimi hatırlıyorum. Yankı da “G_tsün oğlum sen!” diye bağırmıştı hatta (Gülüşmeler). Çok gülmüştük bayağı epik olmuştu o yüzden hikaye kısmı bana daha cazip geliyor.
Mesela ilk duvarımız, Lahitkaya´da Özgür´le resmen patlamıştık, psikolojik olarak dağıldık ama yaşanan şeyler çok hoş. Mesela Özgür´ün Falım sakızı çıkarıp bana vermesi, çiğnediğimde kağıdı aldığında Özgür´e falımı okuma demem, hayatımda ilk kez canımın sigara içmek istemesi, o psikolojiler güzel. O yüzden ayıramam.
Ama spor tırmanış olarak yaptığım en zevkli rota bir örme duvardaki Cuthedral adında bir boulder rotası. Çünkü oraya çok emek verdim. Tek bir hamle için orada aylarımı verdim. Ne zaman yapacağım diye merak ediyordum, her denediğimde parmaklarım kesiliyordu, bir hafta iyileşmesini bekliyordum sonra tekrar gidiyordum. Yaptığımda dibinde oturup ağladığım bir boulder rotasıydı o. O açıdan bakarsak en zevklisi oydu.
– En son Demirkazık Kuzey´e çıktın. Tırmanışı nasıl yorumlarsın?
Bence güzel bir tırmanıştı ama bizim hedefimiz bir gün içinde bitirmekti. Daha önce girmediğim bir rotaydı. Tırmanış bence çok rutin gitti, güzel gitti ama zirvenin bir ip boyu altına geldiğimizde -ki o kadar yakın olduğumuzu bilmiyorduk- havanın karardığını görünce bivak attık. Benim için güzel bir paylaşımdı ama düşününce yeterince hızlı değildik. Tabii şöyle bir konuda da isabet olmuş, Demirkazık Kuzey´in inişini bilmiyorduk biz ve inişte duvarda korkmadığım kadar korktum. Çünkü slablerde daha önce hiç yapmadığın birşeyi yapıp poponu yere koyup iniyorsun. Sakattı gerçekten.
Ama tırmanış benim için çok keyifliydi, Özgürle attığımız bivakta paylaştıklarımız çok güzeldi, tek kötü yanı bir günde bitmemesiydi. Bir de biz tırmanışı bir süre önce kaybettiğimiz Hidayet Cantürk arkadaşımıza ithaf etmiştik. Çünkü kulübe girdiğimiz sene Özgür´le benim hayalimdi Demirkazık Kuzey ama kimseye söylemiyorduk. Birbirimize bile söylemiyorduk, daha bu işe yeni başlamışız biz kimiz ki diye düşünüyorduk. Daha sonra Hidayet´e söylemiştik bu hayalimizi, onun hikayesi uzundur. Çok özel bir geçmişi vardı bizim için ve zirvesinde olmak çok güzel bir histi.
Teknik olarak yavaş kaldık. Bizim gibi düzenli antreman yapan bir ekibin daha hızlı olması gerektiğini düşünüyordum. Şu da var ben hız adına riske girmeyi de doğru bulmuyorum. Yani bir ip boyunu bitirip istasyon alırken gerçekten onun tuttuğuna emin olana kadar uğraşıyorum. Bir saat kadar istasyonla uğraştığımı bilirim, beni tatmin etmesi lazım, süratten daha önemli olduğunu düşünüyorum. Güven sanırım beni yavaşlatan bir şey.
– Bundan sonra gerçekleştirmeyi düşündüğün projeler var mı?
Şu sıralar biraz kavşakta olduğum bir dönemdeyim. Demin de söylediğim gibi kaya tırmanışına başladığımda başka bir Burak oldum. Ama bir takım gerçekler var, ileride hayatını devam ettirmek zorundasın ayrıca tırmanışı çok seviyorsun. Fakat uzun süre tırmanamadıktan sonra tek sevdiğim bu değil diye düşünmeye başlıyorsun. Dolayısıyla sana somut bir şey söyleyemiyorum. Evren´in bir sözünü çok seviyorum. Doğan´ın bana verdiği bir kart vardı ve cümle “Tırmanış her şeyimiz olana dek…” diye bitiyordu. Bunu Evren ile paylaştığımda “Hiçbir şey benim herşeyim olamaz” demişti. Ben de öyle düşünüyorum, sanırım kaya sadece bir araç. Yaşarken, bir şeyleri ararken kullandığın bir araç kaya, senin enstrümanın o.
Bir gün Doğan´la konuşurken bana “Bak Burak göreceksin bir gün sen de kaybolacaksın” demişti. O zaman bana bu çok koymuştu. “Nasıl olur, ben varım, kayacıyım, ben buyum, kaybolamam” diye düşünmüştüm. Hatta günlüğümü bile o kimlikle tutuyorum, bir kayacının günlüğü olarak. Fakat şimdi kaybolmaktan korkmadığımı düşünüyorum. Bir gün varsın bir gün yoksun. Hayatlarımızın belli dönemlerinde bir takım seçimler yapıyoruz ve ben bir gün tırmanmayı değil de başka bir şeyi seçtiysem bundan pişman olmam diye düşünüyorum. Çünkü kaya benim için her şey değil. Ama beni ben yapan şeylerin içinde listenin başlarına çok fazla yakın.
Tabii bir takım isteklerim de var. Birincisi bu işi yapacaksam limitlerime mümkün olduğunca yaklaşmak istiyorum. Bunun dışında gitmek istediğim yerler var muhakkak. El Capitan´ın resmini görüyorsun. Orada olmak, bir gün oraya gitmek isterdim ama tırmanışçıları izleyen bir turist olarak değil. Denemek isterdim.
– Bir gün kaya tırmanışını bırakmak zorunda kalırsan ne yaparsın? Bu spora daima zaman ayıracağım diyebiliyor musun?
Şuna inanıyorum ki, kanatların varsa ama uçmazsan mutsuz olursun. Ya da çok hızlı koşabilmeye müsait bacakların vardır; koşmuyorsan mutsuz olursun. Yani tırmanışın içinde olmadığı bir yaşamı yaşıyorsam muhakkak bir yerlerde bu patlak verir. Ya yaşama kusarım, ya patronuma, ya evde karım varsa ona. Bir şeyleri suçlarım sanırım, kendimi de suçlarım. Dolayısıyla kayayla olabildiğince içiçe bir yaşamı kurmak istiyorum ama nasıl kurarım bilemiyorum. Yine de özellikle bir gün kayayı bırakmak gibi birşeyin şu an olmayacağını düşünüyorum.
– Kendini örnek aldığın kimse var mı?
Kendimi örnek aldığım kimse sanırım eskiden vardı. Lise yıllarında mesela Einstein´a özenirdim. Ama o özenti saçını dağıtmak, salaklık yapmak gibi çocukça şeylerdi. Kaya konusunda işin ilk başlarında benim için önemli kişilerin başlarında Doğan Palut geliyordu ama Doğan olmak istemiyordum. Onun özellikleriyle Burak Özdoğan olmak istiyordum. Kaya tırmanışı açısından o önemli bir kimlikti benim için. Fakat daha sonra işe çok fazla merak salmaya başlayınca herkesten birşeyler alabileceğini görüyorsun. Dolayısıyla kopyalamaya çalıştığım kimse yok ama etkilendiğim muhakkak vardır. Yani her şeye kulak vereceksin ama kopya etmeyeceksin.
– Peki kendini benzettiğin kimse var mı? Mesela Wolfgang Gullich´e tarzım benziyo diyebilir misin?
Genellikle tanıdığımız yabancı tırmanışçıları ele alırsak, o insanları text bazında tanıyoruz. Dolayısıyla kendimi benzettiğim biri değil de örnek almaya çalıştığım tırmanışçılar vardır. Özellikle Fransız tırmanıcılardan etkieniyorum ben. Teknik konusunda öyle bir takıntım var. Tırmanışta kesinlikle estetiğe çok fazla önem veriyorum. Yani işin içine izleyici kavramı da giriyor. Aşağıda birileri varsa benim onlara görsel bir şölen sergilemem gerekiyormuş gibi hissediyorum, bir hamle yapıyorsam estetik olmalı, izleyen haz duymalı. Dolayısıyla iş sadece yukarıya gitmek değil de en estetik ve en ekonomik -ki en ekonomik de zaten teknik oluyor- gitmek kaygısı duyuyorsun. Dolayısıyla bu seni yavaşlatıyor. Geçmişte çıktığım rota sayısı biraz düşük bunun sebebi belki de bu olabilir.Belki çok fazla acele etmeden her şeyi oturtmaya çalışıyordum. Yine de kime benzemek isterdim diye sorarsan, bir Francois Legrand gibi tırmanabilmek isterdim.
Burak Özdoğan´la ilgili daha fazla bilgiyi ROCKOCKO* adlı sitesinde bulabilirsiniz.
*Artık tirmanis.org