Öğretici Bir Başarısızlığın Öyküsü – Lahitkaya Kuzey Duvarı Mix Tırmanışı
“Şimdi dönüp geriye bakınca, aklıma zirveye kuzey yüzünden ulaşamadığımız kış tırmanışları değil, yaptığımız tırmanışların kalitesi ve kazandırdıkları geliyor. Yıllar içinde, Aladağlar’ın bu ıssız kuzey yüzü ve diğer dağlarının benzer yüzleri, tıpkı dağları aşındıran buzullar misali, bizi törpülediler ve şekil verdiler. Başarıyı sadece zirveyle ölçmek yerine, yapılan işlerin kalitesi ile değerlendirmeyi öğrettiler. Bu perspektifi edindiğim için de son derece mutluyum.” T. Fındık (Lahitkaya Bir Mix Tırmanış Okulu)
Tırmanışlarımızın olmazsa olmazı haline gelen apar topar toplanma sonrası Harem Otogar’ına doğru yola çıktığımızda saat 20:00’yi bulmuştu. Mart ayında Güzeller Çanağı’na çıkıp 9 gün içinde 3 rota tırmanma hayallerimizden 2 hafta önce çoktan vazgeçmiştik bile. Ne de olsa hayat “ biz planlar yaparken başımızdan geçenler” di. Başımızdan geçenlerin tadını çıkarmalıydık. Şartlara göre planın uyarlanmış şekli şuydu: Lahitkaya Kuzey Duvarının altına kampımızı atmak, ertesi gün havanın durumuna göre duvara girmek veya dinlenmek kalan enerjimizi de Şeytan Rampası’nda harcamak.
Salim Abi’nin evinde birkaç kez saçılıp tekrar toplandıktan sonra traktöre attık kendimizi. Yol sonuna geldiğimizde arkamızda toplanan siyah bulutlar planımızın son halinin de değişmesi gerektiğinin habercisi gibiydi. Uzun bir süre bulutların hareketini inceleyip tahminler yaptık.
– Eren: Bence üzerimize gelmiyor. Niğde tarafına doğru hareket ediyor.
– Rauf: Sen öyle san!
Söylediklerime ben de inanmıyordum aslında ama “umutlu olmakta fayda var” diyip iyimser konuşuyordum. “Bari hızla yükselelim de yağmur değil kar yağsın üstümüze” diyerek birbirimize sırıttık. Çantalarımız 6-7 günlük yiyecek ve teknik malzemeyle dolu olduğu için epeyce ağırdı. Ortalama hızla yürümeye başlar başlamaz ilk yağmur tanelerini hissetmiştik yüzümüzde. Gelen gürültülerin gök gürültüsü değil de düşen çığlar olduğunu uzun bir süre anlamadık. “Hızlı yürüyüp içten mi ıslansak yoksa yavaş yürüyüp dıştan mı ıslansak” paradoksu eşliğinde Kocadölek’e geldiğimizde yağmur sulu kara dönmüştü. Sisin içinde kaldığımızdan iyice ıslanmış fakat tempomuzu bozmamıştık. Hatta Rauf o kadar kararlıydı ki kolları morumsu kırmızımsı bir renk almasına rağmen üstüne bir şey giymeden kısa kollu sentetik kıyafatiyle yürüyordu! “Duvarın önüne kadar çıkmaktansa Sulağankeler’e mi gitsek?” derken Rauf’un aklına daha yakındaki mağara gelmişti. İçinde iki büklüm günler geçirdiğimiz çadırımın konfor (suzluğu) nu da göz önüne alınca mağara fikri çok cazip geldi. Tabi fikrin parlak olması mağarayı arayıp bulana kadar güzelce ıslanmamıza engel olmadı. Mağaraya girer girmez yağışın kesilmesini de kötü şansa mı yoksa başka şeylere mi bağlayalım bilemedik! Islak ve kulakları indirmiş halde mağaraya yerleştik. Çıkan güneş bize hem giysilerimizi kurutmak için hem de duvarı incelemek için fırsat sunmuştu. Kar sandığımızdan fazlaydı ancak ne önemi vardı ki? Mağaramızda mutluyduk. Hemen ocağı kurup tırmanışlarımızın olmazsa olmazı haline gelen “Çaykur Turist Çay” ı törenle açtık. Çaylarımızı yudumlarken elbiselerimizi kurutan güneş yerini tekrar yoğun bulutlara ve yağışa bıraktı. Duvar tekrar kapanmıştı. Biz de “aslan yatağından belli olur” diyerek mağaramızı düzenlemeye başladık. Rüzgarın geleceğini tahmin ettiğimiz yerlere taşlardan duvar ördük, yatacağımız zemini düzleştirdik, sakarlıklarımızı bildiğimiz için teknik malzemelerimizi yırtılabilir giysilerimizden uzağa düzenlice yerleştirdik. Kar oldukça cıvık formda yağdığı için çarşakların üzerini örtemeden eriyordu bu yüzden su sorunumuza bir çözüm düşünmeye başladık. Mağaranın birkaç farklı noktasından su damlıyordu, buralara tencere koymuştuk ancak bu yolla su almak hem uzun süreli hem de zahmetliydi. Bu yüzden mağaranın üstünde kalan kar kitlelerine doğru keşfe çıkıp akan bir su kaynağı bulduk. Tüm kaplarımızı doldurup yemek işini aradan çıkardık. Bu süre boyunca durmaksızın yağan kar da bir sonraki gün duvara giremeyecek oluşumuzu müjdeledi!
Sabah uyandığımızda hava bir gün öncekinden daha berbattı. İstanbuldaki dostumuz Sercan’dan hava raporlarının son durumunu öğrendik. Rapora göre ertesi gün hava açık olacaktı. Bize inandırıcı gelmemişti aslında ama sonradan faaliyetimizin sloganı olacak olan “Carpe Diem” diyerek geçiştirdik. Dönüşte tekrar su aramaya çıkmamak için kesin bir çözüm geliştirdik: Mağaradan damlayan suları toplamak için jumbo boy çöp torbasını eğimli bir yere serip bir ucuna da su kabımızı yerleştirdik. Bu yolla 2-3 dakikada bir litre su elde edebiliyorduk. “Mühendisliğin gözünü seveyim” diyerek dalga geçsek de yağış olduğu sürece suyumuz olcaktı.
Yeni taktiğimizi uygulamaya koyduk. Yağışın, planın bu kısmı için pek bir önemi yoktu. Duvarda kullanacağımız tüm teknik malzemeleri bir çantaya doldurup büyük çöp poşetlerini yanımıza aldık. Teknik malzemeyi rotanın giriş noktasına bırakıp geri dönecektik. Böylece hem rotaya gireceğimiz sabah yük taşımak zorunda kalmayacak hem de rotanın giriş noktasını aramakla vakit kaybetmeyecektik. Malzemeyi yüklenip yola koyulduğumuzda yağış aniden arttı. “Yarın nasıl olsa hava iyi olacak” diyerek umursamamaya çalışıyorduk ama “Bugün böyle yağan hava yarın nasıl pırıl pırıl olur ki?” diye de düşünüyorduk. Sis öyle kapatmıştı ki değil duvarı birbirimizi göremez olmuştuk. 1 saat kadar yürüdükten sonra rüzgardan korunaklı bir oyuğa girip sisin biraz olsun dağılmasını bekledik. Koca Lahitkaya sisin içinde kaybolmuştu! Sis sadece 30 saniyeliğine dağıldığında birden duvarın hemen altında olduğumuzu farkettik. Koşar gibi giriş noktasına doğru hareket ettik. Sisin ve batak karın içinde bir süre debelendikten sonra “İşte takoz kaya!” diyip malzemeler için bir yer kazdık. Teknik malzemeyi bırakıp bir süre daha duvarı inceledik. Kar anında izlerimizi kapattığı için yeni iz açarak mağaramıza geri döndük. 9-10 gibi saatimizin alarmını 04:30’ a kurarak bivaklarımıza tekrar girdiğimizde kar hala yağıyordu. Yağan kar yüzünden epeyce tedirgin uyuduk. Neredeyse saat başı kafamı çıkarıp gökyüzündeki yıldızları arıyordum ancak karın devam ettiğini görünce homurdanıp tekrar uyuyordum. Arada duyduğum seslerden aynısını Rauf’un da yaptığını anlamıştım. Bivaktan kafa çıkarmalarımız 3’e kadar böylece devam etti. Hava da o süre boyunca açmamakta inat etti!
-Eren : Rauf! Rauf! Gördün mü?
-Rauf: Havayı diyorsun değil mi? Cillop olmuş.
-Eren: Havayı değil saati diyorum. 6’ya 10 var!
-Rauf: Neeee?!? Hasskk….
Saat çalmamıştı. Ben de Rauf’un telefonuna güvendiğim için ayrıca bir alarm kurmamıştım. Geç kaldığımız için kahvaltı faslını olabildiğince kısa tuttuk. Hatta salopetlerimizi bir elimizle giymeye çalışırken diğer elimizle yiyecek poşetinden bahtımıza çıkan şeyleri yemeye çalıştık. Hava gerçekten pırıl pırıldı ancak 2 gündür yağan kar yerde kalın bir pofuduk kar tabakası oluşturmuştu. Yolu iyi bildiğimizden hızlıca rotanın girişine ulaştık. Teknik malzemelerimiz bir gün önce bıraktığımız yerde uslu uslu duruyordu. Emniyet kemerlerimizi kuşandık. İlk birkaç ip boyunu Rauf lider gideceği için epeyce ağır olmuştu. Bir süre sonra güneşin ısıtıcı etkisinden yararlanamayacağımızı bildiğimizden liderin kendi kaz tüyü ceketini taşımasının, liderin enerji kaybını azaltacağını düşünmüştük. Söylememe gerek var mı bilmiyorum ancak geri kalan hamaliye de 45 litrelik çanta içinde bendeydi.
İlk ip boyu diyagonal olarak sağa doğru yükselip ana duvarın başladığı yere kadar uzanan, güvensiz görünen, ara ara kayalarla kesilen bir kar bandından oluşmaktaydı. Kararlaştırdığımız taktiğe göre her ip boyunun sonunda lider değiştirmeyecektik. Miks tecrübesi benden daha fazla olan Rauf karlı kaya etaplarını geçecek, kar tutmamış dik kaya etaplarında ise ben kramponlarımı çıkarıp botla elde tek veya çift kazmayla tırmanacaktım. Tabi bu kar koşullarında sıranın bana hiç gelemeyeceğinden haberimiz yoktu. Rauf bu etabı, hızlıca, iki ara emniyetle, içinde geniş bir çatlak bulunan bacamsı bir yapıda sonlandırdı. Ben de aşağıda güneşten epeyce piştiğim için hemen yükselmeye başladım. Bu ip boyunun sonunda, tırmanışın geri kalanında irtibatımızın kesilmesi olasılığına karşı yanımıza aldığımız telsizlerimizi açtık. İyi ki de öyle yapmışız! Hemen birbirimizin üzerini kontrol edip vakit geçirmeden ikinci ip boyuna başladık. Rauf üzerimizde bulunan küçük bacayı geçerken, ben de Rauf’un üzerime düşüp, ayağındaki kramponlarla postumu delme olasılığına karşı biraz uzaktan emniyet alıyordum. Duvarın bu kısmı pozitif eğimli olduğu için geçen birkaç gündür devam eden kardan dolayı epeyce kar birikmişti. İpin elimde uzun süre hareketsiz kalışı ve üstüme yağan kar topaklarından dolayı Rauf’un ara emniyet atmak için kar süpürdüğünü anlıyordum. Koşullar sandığımızdan tatsızdı. Yukarıda da ip boylarının bu kadar uzun sürmeyeceğini umuyordum. Güneşten epeyce piştikten sonra Rauf’un telsizden gelen sesini duydum : ‘İstasyondayım müdür. Gelebilirsin.” Çantayı sırtlandım. Daha ilk cam’i yerinden çıkarırken eldivenim su aldı! Sırtımda çanta , ayaklarımda krampon iki elimde kazma ile kaya üzerinde kendimi biraz yabancı hissediyordum. Ne de olsa bu şekilde kaya tırmanmaya pek alışkın değildim. İp boyunun yarısında dışa doğru bombe yapmış bir kayanın üzerinden geçmek zorundaydım. Sağ taraf bana rahat göründüğünden hemen yükselmeye koyulmuştum ki çift ip kullandığımızı garip bir pozisyonda kalınca hatırladım: İpin biri kayanın solundan bana doğru geliyordu. Diğer ip ise benden Rauf’ a kadar sorunsuz bir şekilde uzanıyordu. Ben hep Rauf’a kadar giden ipe odaklandığımdan ve kaya bloğunun sağından tırmandığımdan, diğer ipin geçtiğim kayanın sol altından bana geldiğini unutmuştum. Rauf’ un bunlardan haberi olmadığı için iki ipin boşluğunu sıkıca topluyordu. Son boşluğu da alınca artık hareket edemez halde kalmıştım. Üstten gelen ip geri hamle yapmama engel oluyordu. Kaya bloğuna iyice sarılmış halde altımdan gelen ip de yukarı çıkmama engel oluyordu. Ağa takılmış balık gibiydim. Biraz sola geçmeye çalıştım ancak bu kez de kramponumun arka iki dişi kemerimde sallanan ekspresin karabinasına takılınca iyice hareketsiz kaldım. Kendimi çizgi film kahramlanları gibi hissediyordum. Telsizden birkaç kez Rauf’ a seslendimse de iletişim kuramadık. Ben de eski usül var gücümle Rauf’a ip vermesi için bağırdım. Rauf ip verince bulunduğum saçma pozisyondan kurtulup biraz geri hamle yaptım, solumda kalan ipi kurtarıp iki ipi de önüme aldım ve daha fazla zaman kaybetmememiz için hızla Rauf’un yanına yükseldim. Hemen üçüncü ip boyuna başladık. Bu ip boyu da bu kez sola doğru travers atmamızı gerektiriyordu ve slablerin üzeri karla örtülüydü. Sevimsizdi yani. Rauf yine 2-3 ara emniyetle bu ip boyunu da bitirdi. Artık güneşe veda edebilirdik. Bundan sonraki ip boyunda Rauf epeyce terlerken ben emniyet alırken titreyecektim. 4. İp boyu bizi en çok uğraştıran ip boyu oldu. Slablerin üzerini örten taze kar tırmanışı çok zorlaştırıyordu. Rauf önce önümüzde bulunan pozitif slab yapıların solundan tırmandı. Kayanın zorlaştığı bölümde ise ara emniyetler alarak sağa yan geçti. Takoz kayaya bir an önce varmak istediğimizden acele ediyorduk ancak bu etap zorluydu. Rauf’u aşağıdan görüyor olmam emniyet alırken rahat etmemi sağlamıştı ama titrememe engel değildi. Üzerime kar parçaları ya da taşların geldiği zamanlar hariç Rauf’un her hareketini izliyordum çünkü Rauf ters eğimli bir balkonla mücadele etmekteydi. Küçük küçük hamlelerle yükseliyor, farklı geçiş pozisyonları deniyordu. Rampa-baca sisteminin içine uzun uğraşlardan sonra bir sikke çakabilmişti. Çakılan sikke ikimizi de rahatlatmış sadece bu ters eğimli bacayı geçmek kalmıştı. Rauf bacaya ayak açıp bir süre kollarını dinlendirdikten sonra son hamle için hazırdı. İki kazmasını da bacanın üzerinde göremediği yerlere saplamış ayaklarını yükseltmek için hamle yapmıştı ki Rauf’ “Geeeeliaaaaaaa…!!!” diye bağırdı. Kazmalarını bir an havada gördüm. O an refleks olarak önümdeki ipe bir metre kadar boş verebildim. Rauf 2-3 metrelik bir düşüş yaşamıştı. Her şey anlık olmuştu. Neyse ki temiz bir düşüştü. Dinlendikten sonra devam edebilirdik. Rauf düşüşü yaşadığı yerle inatlaşmak yerine biraz solundan geçmeye karar vermiş ve başarmıştı. Güvenemediğim çürük basamaklardan biri kırılınca bu ip boyunda bir artçı düşüş de ben yaşadım. Düşüşün sonucu çenemdeki minik bir yarık oldu. Sonunda takoz kayanın biraz altındaydık ama saat 17:00 olmuştu. Buraya kadar ki ip boylarını lider tırmanan Rauf yorulmuş bense O’nun yanına çantayla tırmanmama rağmen ısınamamıştım. Malzemeleri değiş tokuş ederken hala birbirine çarpan dişlerime engel olamıyordum. (Sonradan Salim abi o günkü mevsim dışı soğuğu şöyle anlatmıştı: “Cuma günü ne ayaz vardı ya elim traktörün römorkuna yapıştı”) Biraz atıştırıp sıvı almaya çalıştık. Önümüzdeki 70-80 derecelik etap görece kuru gibi göründüğünden artık sıra bendeydi.. İki dişli kramponla rahat edemediğim için kramponlarımı çıkarıp elde kazma tırmanmaya karar verdim. Tırmanışa başladığımda ise bunun da yanlış bir deneme olduğunu anlayacaktım. Kuru görünen kaya etabı hiç de kuru değildi. Uygun pozisyonda kazmalarımı yerleştiriyordum fakat her hangi bir yere kramponsuz basmak imkansızdı. 15-20 dakika kadar hemen hemen aynı yerde debelenip farklı ayak kombinasyonları bulmak için çabaldım. Bolca küfür ettim. Rauf ‘ da aşağıdan bana motive edici şeyler söylüyordu. Birkaç kez iki ayağımın birden kayadan kesilip kazmlarda asılı kaldığımı hissettim. Attığım cam’den çok az yükselebilmiştim. Sinirlerim bozulmuş pis pis gülmeye başlamıştım. Kayanın durumu yukarıda da aynıydı ve saat 18:00’i bulmuştu. Bir süre sonra göz göze geldik. Attığım aleti geri alıp Rauf’un yanına indim. “Krampon takıp tekrar denesem mi?” derken eldivenlerimi çıkarıp acıyan ellerime baktım. Eldivenlerim sırılsıklamdı. Ayağımda bot da baharın ıslak karına fazla direnmemişti. Bu koşullarda bivaklamayı istemiyordum. Biraz geyik muhabbetinden sonra geri dönme konusunda hemfikir olduk. Neşemiz geri gelmişti çünkü gereken dozu aldığımızı hissetmiştik. Babalara attığımız perlonlarla gerisin geri duvarın tabanına kadar indiğimizde saat 20:00 olmuştu. Yorgun bacaklarımız teknik malzeme yükünün altında titrerken pırıl pırıl ay ışığında mağarımıza vardık. Bol bol yiyip içtikten sonra bivaklarımıza girdik. Sonraki günü dinlenmeye ve muhabbete ayırdık. Her şeyi ağırdan alıyor, mağaramızda çay keyfi yapıyorduk. Sarı Mehmet’in Yurdu’na inmeyi kararlaştırdık. Koşullara göre kaya üzerinde kazma-krampon becerilerimizi geliştirmek için Kaletepe Kuzey Duvarı’na girmeyi düşünmüştük ancak Sarı Mehmet’in Yurdu’nda Kaletepe’den dönen arkadaşların anlattıklarını dinleyip ve üstlerindeki çamuru görünce vazgeçtik. Son günümüzü tırmanışsız geçirmemek için Sercan ve Rauf’un daha önce geleneksel çıktığı hatta dry-tooling çalışmaya karar verdik. Salim Abi’nin bizi almaya geleceği saate kadar ılık havada koyun kuzu melemeleri eşliğinde doya doya tırmandık. Sonrası son dolmuşta sıkış tıkış Niğde’ye dönüş, taşınan otogardan dolayı yemek yiyememe ve son 6 günümüzü dağda geçirmiş olmamızın vermiş olduğu huzur ile dalınan otobüs uykusu.
Yazının başında alıntı yaptığım Tunç Fındık’ın “Lahitkaya-Bir Mix Tırmanış Okulu” nu lise yıllarında ilk kez okuduğumda çok etkilenmiştim. Hala aklıma geldikçe, başından sonuna kadar hiç sıkılmadan, kaçıncı kez tekrar okuduğumu düşünmeden okurum. İmkansızlıkları dert etmeyip elden gelenin en iyisinin yapılmaya çalışılması, başarı için gösterilen dürüst çaba içten gelerek harcanan emek, kendine karşı her zaman dürüst olma, alçakgönüllük, kurulan yakın dağ dostlukları… Bu değerler sadece tırmanış anlayışımın değil hayat anlayışımın oluşmasında da büyük ölçüde beni etkilemiştir. Bir Nisan günü Rauf’ la Lahitkaya Kuzey Duvarı’nın yolunu tuttuğumuzda kafamdan bu düşünceler geçmekteydi. Uzun süredir hayalini kurduğum bu serüveni birlikte yaşadığım, mix tırmanış ve dry-tooling konusunda farklı çözümleriyle bizi motive eden ve cesaretlendiren sevgili dostum Rauf’a çok teşekkür ederim.
(Not: İstanbul’a döndüğümüzde rotayı tekrar inceledik. Girdiğimiz hat S-17 veya S-18 değil bu hatların ortak girişinden daha solda bulunan bir hatmış. Geri dönme kararı aldığımız yer ise Lahit’in hemen altındaki kar bandına doğrudan bağlanıyormuş)
Eren Görenoğlu 20-25 Nisan 2010